Bisküvi Kırıntıları ve Kot Ceket
Günün dışarı çıkıp biraz olsun evde daralan içimi açmak için geç mi kaldım diye düşündüğüm saatleriydi. Yağmur yeni yeni serpiştirmeye başlamıştı. Serpiştiren hatta sağanak yağan yağmur asla dışarı çıkma dürtüme karşı koymazdı benim. Asla ıslanmaktan korkanlardan olmadım. Aksine bazen yağmur, dışarı çıkmak için tek sebebim bile olmuştur.
Saat öğleden sonra 3’ü çoktan geçmişti. Uzun uzun gezmek için çok mu geçti? Eve geç dönsem n’olur ki? Hazırlandım. Toplu taşıma ile aktarmalı gidebileceğim bir yerde alışveriş merkezi vardı. İç açmak için seçeceğim son yer bir alışveriş merkezidir. Ama hesaba Güneş doğduğundan beri içine hiçbir şey girememiş olan midemi düşündüm. Sevdiğim dönerci bana dışarıda bulabileceğimden daha ucuza proteini sağlar düşüncesiyle gitmek için yola koyuldum. Ki o dönercinin “sevdiğim” olmasının tek sebebi de buydu. Vardığımda yağmur son günlerde gördüğüm en kaba ve acımasız halini almıştı. Bu acımasız hali sanki kırılmış bir kalbin hırçınlığını andırıyor. Kime bu kırgınlığın ya da öfken. Hani dönüşü ya da telafisi olmayan derin bir kalp kırıklığı yaşadığında, Dünya’da olan diğer herkese karşı merhametini kaybeder gibi… Öylesine bir öfkeydi bu. Ağır adımlarla büyükçe bir çatı altından toplanmış markaların bulunduğu merkeze yürüyordum. Etrafımda yağmurdan içeri ya da içeriden arabalarına doğru olabildiğince az ıslanmak için kaçışan şık giyimli insanlarla doluydu. Girdikten sonra değişen atmosfer insanda anlık bir irkilmeye sebep oluyordu. Doğal seslerden ve ışıklardan yapay olanlarına bu kadar keskin bir geçiş… Ardından siması görünen asık suratlı güvenlik görevlisi kadın. Yüzüme sanki “bok vardı da geliyorsun” dercesine bakıyor. O her zamanki standart güvenlik tedbirlerini de benim üzerimde aldıktan sonra en yakın yürüyen merdivene adım attım. Aslında yürümekten çok tırmanıyor gibi bir hali vardı merdivenin ama Dünya’daki varlıklar ile adlarının ilişkisini sorgulamak istesem sanırım sıra yürüyen merdivene gelemezdi. Bu ticaret merkezinin üst katları her zaman alt katlarından daha sıcak olmuştur. Soğutma sistemleri özellikle üst katlarda aktif çalışsa da bu duruma engel olamaz. Çünkü yemek katları her zaman en üst kattadır ve yemek bölümü merkez içi genel ısınmasının sorumlusudur. Sıcaklıkla birlikte dağılan birbirine girmiş yemek kokuları da cabası tabi ki.
Bu kata girdiğimde her zamanki gibi iğrenç bir kalabalık vardı. Nasıl oluyor bilmiyorum ama yemek katı günün her saati bu yoğun halini bir şekilde korumayı başarıyordu. Tek bakışta sayamayacağım kadar yemek firması birbirleriyle yarışırcasına hızla kendilerine has yemekleri servis ediyordu. Oturma yerleri genellikle plastik alaşımlı ve demir ayakları olan sandalye ve masalardan oluşuyordu. Eğer şanslıysanız içi süngerle döşenmiş koltukların yarım daire şeklinde uzunca dizildiği yerden bir yer bulabilirsiniz. O gün ben de şanslıydım. Hayır hayır inatçıydım. Sünger kaplı koltuklardan biri boşalması için ayakta bekledim. Sayısız sıradan sandalyesi olan masa görememe rağmen bekledim. Benim için olmazsa olmaz bir detay değil tabi ki. Yemek yerden kıçımın plastik ya da sünger olması neyi değiştirirdi ki? Nihayetinde kıçımın rahatı için ya da kendimi “seçkinler” den hissedebilmek için sünger döşemeli masalardan birini boşken yakaladım. Masada hala bir çanta vardı. Çanta dikdörtgenler prizması şeklinde bir karton çantaydı ve ağzı, içini göremeyeceğim şekilde geniş yüzeyi üstüne yatıktı. Bu çanta masa dolu mu demekti? Yoksa sadece yaşlı ve unutkan bir kadının rutin unutkanlıklarından biri miydi? Oturdum. Ama gözüm belki bir ihtimal boşalan diğer sünger masaları kesmeye devam etti. Olur da orta yaşlı bir kadın burası benim masam diyerek olağan gücünü çenesiyle beni alt etmek için çemkirmesine fırsat vermeden “sadece dinlenmek için oturdum teyzecim. Buyurun.” Diyebilmek için kendi çantamı da kucağımdan indirmedim. Ufak birkaç dakikanın ardından ellerinde çeşitli dondurmalar tutan bir grup liseli görünümlü gençler masama geldiler. Aralarından en kambur ve şişman olanı çantayı kaldırıp içine baktı. Kendisine ait olduğundan emin olduktan sonra yüzüme bile bakmadan yürümeye devam etti. Ben de çantamı bırakıp sevdiğim dönercide her zamanki seçimlerimi sipariş verdim. Hazır olduğunda size sesleniriz dediler. Sünger koltukların önündeki masalar arası boşlukta oturan bir genç dikkatimi çekti masama dönerken. İnce ve içi boş sandığım hafifçe bir çanta içinden bir bisküviyi dilim dilim yiyordu. Saçları kısa gözleri orta büyüklükte saç-sakal uzunlukları bakımlı denilecek seviyedeydi. Çok durmadım üstünde bir bakışta anladıklarımdı bunlar. Aramızda bir metre vardı neredeyse elindeki bisküviden bana ikram etmek için uzatsa yerimden uzanarak ikramını kabul edebilecek mesafedeydim. Açık mavi kot ve kot ceketinin uyumu dikkatimi çekti. Yuvarlak ince çerçeveli gözlükler vardı gözünde. Üstünde açık renkli bir tişört. Kimseye bakmadan yemeye devam etti bisküvisini. O sırada adıma seslendiler. Kalkıp bir tavuk şiş ve yanında bir şişe su. Islak mendil ve tuz da saydam mini bir poşet içinde özenle paketlenip önceden hazırlanmış. Markanın reklamını bastıkları plastik bir kâğıdı plastikten yapılma tepsilere seriyorlar. Peçete, su ve seçtiğiniz ne varsa bunların üzerine konuyor. Böylece yemek yerken önünüze de baksanız saçma sapan reklamların sebep olduğu görüntü kirliliğine maruz kalıyorsunuz. Başınızı da kaldırsanız zaten her yer reklam. Yeni çıkan yemeğin sıcaklığına çok da aldırmadan yemeye devam ettim. Yanımdaki çocuk ise köşeli eski tip Sony marka telefonunu çıkardı. Turuncu kırmızı arası plastik bir kaplaması vardı telefonun. Köşeleri fazlaca eskimiş olan kaplamanın altında, kaplamanın sahip olduğu orijinal gri rengi görebiliyordum. Daha sonraları aklıma geldi. Ne kadar iyi giyimli ya da bakımlı durursa dursun. Kim herkes ya hamburger ya da döner gibi şeylerin yenildiği bir katta tek başına masasız bir boşlukta oturup çantasından çıkardığı bir bisküviyi yer ki? Belki de canı sadece bisküvi çekiyordu. Dışarıdaki sağanak yağışın dinmesini beklerken atıştırmak istemişti sadece. İyi giyimli olmasına dayanarak iyi düşünmeye çalışıyordum. Bu şehirde karnı aç olanların yemek isterken çekinmediklerine çokça şahit oldum ama bu herkesin böyle olduğu anlamına gelir miydi?
Bu düşüncelerin nicesi beynimin içinde dolanırken yemeğim bitti. Yanımdaki genç hala telefonu ile oynuyordu dalgın bir şekilde. Acaba aç mıdır yemek teklif etmeli miyim diye düşündüm. Sonra bu fikrimi kesinleştirdim ama kafam gururunu kırmadan bunu sorabilecek en kibar kelimeyi aramakla meşguldü. “Bugün yalnızım yemekte bana dahil olur musun? Hem de yemekler benden.” Ya da “aç mısın dostum? Sana bir şeyler ısmarlayabilirim.” Gibi seçenekler geçiyordu aklımdan. Eğer kaba bir cümle seçersem aç da olsa “hayır tokum. Teşekkürler” demesinden korkmuyor da değildim. Bu detayların arasında kaybolduğum bir sırada çocuğun çoktan kalkıp yürüyen merdivenlere doğru yola çıktığını gördüm. O kadar sakin ve emin adımlar atıyordu ki… buradan sonra nereye gidecekti diye merak ettim haddim olmadan. Geç kaldım sormak için ve şimdi arkama dönüp öylece yürümesini izliyorum. Fırsatsızlıklar Dünya’sına hapsolmuş milyonlarca yaşıtımdan biri miydin dostum? Varlığının kimsenin zerre umurunda olmayan ailesinden uzakta okumaya gelmiş biri miydin? Ankara’daki hayatın memleketinden daha kolay olacağını mı düşündün? Yoksa sen de çoğumuz gibi annene babana “okuyup size bakacağım” sözü mü verdin? Bu dayanılmaz koşulların içinde son adımlarını mı atıyordu acaba? “Artık bir hayalim bile yok” diyerek intihar edenlerden biri mi olacaktı? Sorular içimi kemiriyordu delicesine. Öylece oturamazdım. Ne yapacaktım yani “sadece hayatta kalmaya çalışıyorum.” diyerek sadece kendi hayat konforumu korumak için mi çalışacaktım? Bu cümle çoğumuz içim bir vicdan rahatlatma şekli olsa da benim için değildi. Asla da olmadı.
Kafamdaki cümleler dağıldığında yemek katındaki gürültünün yüksekliğini yeniden fark ettim. Belli bir noktaya bakarak dalan göz yuvarlarım etraftaki hareketlere duyarlı bir şekilde yeniden kıpırdamaya başladı. Masamdaki arta kalan tepsileri toplamakla görevli dört teker orta boy arabası ile masama yaklaştı. “Toplayayım mı?” dedi. Ne aradığını bilmeden etrafa bakan gözlerim bir anda bana doğru konuşan adama odaklandı ve birkaç saniye anlamsız şekilde adamın suratına bakmaktan kendimi alamadım. “Evet evet olur. Teşekkürler. Kolay gelsin” diyerek aceleci bir tavırla çantamı alıp kalktım masadan. Yürüyen merdivenlere doğru gittim. Önce öğrenci olduğunu farz edip birkaç kitap dükkanına girdim. Tek ümidim onu görüp soramadığım sorulardan rastgele birini sormaktı. Hem de acaba kaba bir soru mu diye düşünmeden. Yoksa genci böylesine kendi haline terk edişimin altında ezilecektim. Kitapçılarda değildi birkaç kat boyunca yürüdüm ve daha sonra dışarı çıktım. Alışveriş merkezi önündeki bir bankta görmek ümidi vardı içimde. Yağmur hala azar azar serpiliyordu üstünde yürüdüğüm desenli taşların üzerine. Gözüm açık renk mavi kot ceket giyen uzun boylu zayıf biri aradı. Bulamadı. Yarın bir gün haberlerde intihar haberini görürsem nasıl hissederdim? “Okul masraflarını karşılayamadığı için intihar eden ODTÜ’lü genç” gibisinde bir başlık görürsem kafayı yerim. Bu vicdan azabını kaldıramayıp intihar etmeme bile gerek kalmayacak biliyorum. Çünkü kalbim bu vicdan azabının altında atmaktan vazgeçecek. Bir an karşıma çıksa 40 yıllık kardeşimi görmüş gibi sarılırdım adını dahi bilemediğim bu gence. Ama sarılamadım. Asla da karşıma çıkmayacak. Belki bir gün bu yazıya denk gelirsin ve anlarsın beni diye yazıyorum. yazıyorum ki vicdanıma birkaç damla olsun su serpebileyim. Şimdi ekran başında sana söylemek istediğim tek şey; ÖZÜR DİLERİM. GERÇEKTEN ÖZÜR DİLERİM…